2 Mayıs 2013 Perşembe

Berkingham'ın 2013'ten beklentileri (Nerd bayramı içerir)

Aksiyonu, süper kahramanı, tıri di'si bol olanlar:

Star Trek: Into Darkness - 7 Haziran 2013



Man of Steel - 21 Haziran 2013



The Wolverine - 26 Temmuz 2013



Thor: The Dark World - 1 Kasım 2013


Riddick - Sonbahar 2013


The Hobbit: Desolation of Smaug - 13 Kasım 2013


300: Rise of an Empire - 2 Ağustos 2013


Hunger Games: Catching Fire - 22 Kasım 2013



Fast and Furious 6 - 24 Mayıs 2013



Animasyonlu, komikli, enteresan olanlar:

Monster's University  - 21 Haziran 2013



Despicable Me 2 - 11 Ekim 2013



The Great Gatsby - 17 Mayıs 2013



Hangover Part III - 31 Mayıs 2013


2 Ağustos 2012 Perşembe

Bir "Kara Şövalye" Kolay Yetişmiyor!


     Kişisel olarak kendisinin koyu hayranı olduğum yönetmen Christopher Nolan alanında şüphesiz çağımızın en büyük isimlerinden biri. Henüz 40 yaşında olmasına rağmen yayınlandığında milyonları etkisine alan birçok filme imza attı. "Inception" ile başımızı döndürdü. "Prestige" ile hepimizi büyüledi. Düzensiz ama zeka dolu zaman kurgusu ile izleyiciyi vuran filmler yaptı. Ve bu adam bir gün "Batman" filmi yapmaya karar verdi.




      2005'te "Batman Begins" (Batman Başlıyor) filmini yaptığında, dünya şöyle bir sallandı. Geçmişteki örneklerinde görebileceğimiz o büyülü Batman dünyasını almış ve gerçek dünyaya entegre etmişti. Batman'in doğuşunu bizlere somut nedenlere dayandırarak anlatmıştı. Her şeyin bir sebebi vardı. Bruce Wayne intikam ile adalet arasındaki ikilemle mücadele ediyordu ve Batman'in nihayetinde bir insan olduğu vurgusu filmin her yerine hakimdi. Araştırdığım kadarıyla Nolan, ikinci bir Batman filmi çekmeyi hiç istememiş. Devam filmlerinin başarısına inancı olmadığı için. Risk almak istemediği için. Fakat aldığı olumlu tepkilerden mi, yoksa kendini Batman'in sihrine kaptırdığı için mi bilinmez, C. Nolan yoluna devam etti. İyi ki de etti.


      2008'de gösterime giren "The Dark Knight" (Kara Şövalye) tam bir başyapıttı. Heath Ledger'ın Joker karakterine getirdiği yegane yorum ve senaryoya o karakteri muhteşem bir şekilde oturtması ile filmin senaristleri C. Nolan (aynı zamanda senarist), kardeşi Jonathan Nolan ve David S. Goyer, Gotham'ın yozlaşmış yüzünü bizlere gösterirken halk üzerinde sosyal deneyler yapan fakat asıl amacı aslında kimseye ders vermek olmayan, para gibi insani değerlere önem vermeyen, sadece dünyanın yanışını izlemek isteyen bir psikopatın hikayesini, bunu yanısıra Batman'in kendisiyle hesaplaşmasını ve tercihlerini iliklerimize kadar işlediler. Batman'i sevmeyen insanlar bile sadece Joker'i izlemek için sinemaya gittiler. Talihsizlik budur ki filmin çekimleri tamamlandıktan kısa bir süre sonra Joker'i canlandıran Heath Ledger hayata gözlerini yumdu. Ölüm nedeni bilinmiyordu, belki Joker rolünün etkilerini silmek için aldığı ilaçlardan, belki de uyuşturucudan. 


      Kanımca C. Nolan işte burada biraz yolunu kaybetti. Ledger artık yoktu. Onun Joker'i üzerinden kurguya devam edemezdi. Joker'i oynayacak yeni bir isim ise büyük risk demekti. İzleyicinin devam filmi beklentisi kaçınılmazdı. Yılmadı, "The Dark Knight"'tan kalan sağlam karakterleri alarak, yeni karakterler ekleyerek yoluna devam etti. Yeni bir kötü adam, bir yardımcı, bir hırsız, ve güçlü bir kadın. 
      
      Ülkemizde geçtiğimiz haftalarda gösterime giren 3. film "The Dark Knight Rises" (Kara Şövalye Yükseliyor) sizi ilk dakikadan itibaren koltuğunuza kilitleyen, aksiyonun hiç durmadığı ve sahneler ile bütünleşen epik müziğin (Hans Zimmer'in müziği) her dakika etrafınızı daha da sardığı bir final. Şahsen benim izlediğim salonda sessiz sahnelerde bir çıt sesi, insanların nefes alışı dahi duyulmuyordu. Nolan her zaman yarattığı karakterlerin özelliklerini çok iyi izleyiciye aktaran filmler yapıyor ve bunları mükemmel bir kurguya sırıtmayacak şekilde oturtuyor. Batman'in maskesini kırarken kötü adam Bane'in fiziksel gücünü ve kötülüğünü hissediyorsunuz, türlü numaralar çevirirken Kedi Kadın'ın sinsiliğini, istemediği şeyler yapmak zorunda kalan sadık yardımcı Alfred'in üzüntüsünü ve çaresizliğini, polis memuru Blake'in cesaretini, Batman'i yıllar önce yok eden Bruce Wayne'in soluk ve depresif ruh halini...

      Bunlara rağmen hikayede bir çok mantık hatası bulmak mümkün. Benim sorum ise basit. Neden? Neden böylesine epik bir finali, "Onun şöyle olması çok saçmaydı, böyle olsaydı daha iyi olurdu..." diye kurcalayarak berbat edelim ki? Seyir zevki çok yüksek bir film izledik. Ben gerçekten heyecanlandım, duygulandım ve birçok insanın da benim ile aynı duyguları paylaştığından eminim. Evet hikayesi "The Dark Knight" kadar vurucu değil, fakat yine de sahneleri düşünülerek ve çok emek verilerek güzel kurulmuş, sürpriz yan öğeleriyle baş döndürücü bir finalle biten etkileyici bir hikaye. Üçlemenin diğer parçalarının duruşunu da bozmuyor üstelik. Hepsi de kendi çapında efsane zaten. Ama bu final filmini birkaç mantık hatasını baz alarak "Olmamış" diyerek bir kenara atmak büyük bir haksızlık. 

      Yönetmen Christopher Nolan Batman'e yazdığı mektupta seriyi noktaladığını ve başka bir Batman filmi çekmeyeceğini net olarak belirtiyor. "Kaç devam filmi yeterlidir ki? O zarları neden bir daha atma riskini alayım ki?" sözleriyle. Evet, bence de Nolan bir Batman filmi daha çekmemeli. Hatta bir daha hiç kimse Batman filmi çekmemeli. Çünkü bir "süper-kahraman" (tartışılır) serisini bu kadar hikayesi derin ve anlamlı bir şekilde kimse bir daha kurgulayamaz.


      

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Biraz Google Glass, Biraz Hüzün.


     Merhabalar! Yeni bir yazı ile karşınızdayım. İleride hepimizin hayatını etkileyebilecek bir teknolojiden bahsedeceğim ama değişik bir açıdan. Canınızı terimlerle sıkmayacağım yine, kendimce anlatacağım. Fakat bu yazıdaki konumuza geçmeden önce ufak bir yoklama alayım: Uçan araba burada mı? Yok mu? Peki ışınlanma? Yine gelmedi değil mi? Hologramlar? Birkaçınız gelmiş görüyorum... Artırılmış gerçeklik? Hah, geldin mi? Tamam geç otur bakalım başlayalım.

     Arkadaşlar bu haftaki konu sinema ile doğrudan ilgili değil, dolaylı olarak ilgili, çünkü bilimkurgu filmleri insanlığın vizyonunu bu kadar genişletmese belki de bu tarz cihazlar var olmayacaktı, düşünülmeyecekti. Evet söz konusu cihazımız bir gözlük. Google'ın araştırma projesi olarak devam ettirdiği Google Glass. Peki bu gözlük projesi tamamlandığında ne yapacak, günlük hayatımıza ne katacak? İşte bunu:


     Google Glass gözünüzle gördüğünüz GERÇEK HAYATI algılıyor ve bunu SANAL DÜNYA ile birleştirip size sunuyor. Videoda örneğini gördüğünüz gibi, gideceğiniz yer için metro istasyonu kapalı olduğunda diğer yolları gözünüzün önüne yansıtıyor ve sizi oraya ulaştırıyor. Gökyüzüne baktığınızda size günlük hava durumunu veriyor. Gördüğünüz konser afişine bakarak o konsere bilet alabiliyorsunuz. Bu teknolojinin adı da "Augmented Reality" yani "Artırılmış Gerçeklik" oluyor. 

     Artırılmış Gerçeklik yeni bir teknoloji değil, yıllardan beri savaş uçakları pilotlarının kasklarında kullanılan teknoloji ile aynı.(Resim için bakınız) Google bu teknolojiyi günlük hayata uygulamaya çalışıyor, eğer başarırsa "Artırılmış Gerçeklik" adına büyük bir yenilik olacak.
     Peki bu kısaca ne mi demek? İnterneti ve app'leri sürekli kullandığımız Smartphone'ların (iPhone vb.) elimizden düşmediği bir çağda, telefonumuzu kafamıza bantla yapıştırmak demek. Böyle söylediğim için olumsuz bir izlenim bırakmış olabilir, ama Google Glass birçok işimizi de kolaylaştırabilir. Hepsinden daha da önemlisi: Bu o kadar uzak bir gelecek değil. Google 2013'te ilk Glass'ları geliştiriciler için piyasaya sürecek, hatta fiyatını 1500 dolar olarak belirledi bile. Elbette bu videoda gördüklerimiz olmayacak, onların biraz daha yolu var fakat yine de gerçekten uzak değil.

Google Glass tasarım olarak böyle bir gözlük.


  
     Gözünde Google Glass ile ortalıkta dolaşan insanları hayal etmek zor, evet. Zaten teknolojiyi çok da etkin kullanamadığımız ülkemizde böyle bir cihazın yaygınlaşması daha da zor. Asıl sorun ise şurada: Gerçekten yaygınlaşmalı mı? Ayarını bilebilecek miyiz? Teknolojiyi ustaca kullanmak mı, yoksa esiri olmak mı? Her radikal yenilikte insanlar kendilerine bu soruyu sormaya devam edecekler (umarım). Diğer yandan günümüzde birçok insan artık zaten sanal dünyadan ayrı yaşayamaz konuma geldi. Arkadaşlar ile dışarıda bir kafede sohbet için buluşulduğunda kafalar iPhone'lardan kalkmaz oldu. Olay hakkında tweet atarken olayı kaçırır olduk. İlişkilerimizi, üzüntülerimizi smiley ile yaşar olduk. Konumumuzu bulan mobil uygulama Foursquare'i gerçekten gittiği mekan hakkında bilgilenmek, merak edip tavsiyeleri okumak için kullanan kaç kişi var? Twitter'ı tuttuğu takıma rakip olan takımı tutanlara laf sokmak için veya "bugün şu ayakkabıyı aldım" demek için değil de yararlı işler için kullanan kaç kişi var? Bunların çoğu aynı zamanda bir özeleştirinin parçaları, hepsini amacına uygun kullandığımı ben de asla iddia etmiyorum ama durum bu. Gerçekten birçoğumuz çoktan sanal dünyanın esiri olduk bile. Peki Google Glass bu durumu daha da kötüleştirecek mi, iyice sapıtacak mıyız yoksa tüm insanlık olarak bu cihazları sadece işlerimizi görmek için kullanıp bir kenara mı atacağız? Bunun cevabını insanlığın iradesi verecek. Hoşçakalın.


18 Haziran 2012 Pazartesi

Legend Ends.


Türkiye'de gösterime girmesine:


29 Nisan 2012 Pazar

Nazlı Hobbit'im Haber Salmış!

   Selamlar! Bu yazıda benim de içinde olduğum fantastik film hayranı çok büyük bir kitlenin merakla beklediği ''The Hobbit: An Unexpected Journey'' (Hobbit: Beklenmeyen Yolculuk/ IMDb linki: http://www.imdb.com/title/tt0903624/) ile ilgili bir haberi sizlere aktaracağım, çünkü konu hem geçen yazıda ele aldığım ''FPS'' kavramıyla çok alakalı, hem de Hobbit'i merakla bekleyenler için önemli  ve filmi derinden etkiliyor.  (Önceki yazı için: http://berkingham.blogspot.com/2012/03/hareket-eden-resimlerin-tuhaf-hikayesi.html )

   Öncelikle az önce linkini verdiğim yazımı okumaya üşenenler için ''FPS'' ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapayım. ''Frame Per Second'' yani ''Saniye-Kare'' bir filmin arka arkaya konmuş ve akan bir çok fotoğraf karesinden oluştuğunu düşündüğümüzde, bir saniyede gözümüzün önünden geçen görüntülerin sayısını anlatır. 24 kare-saniye insan gözünün en rahat algıladığı, real-time (gerçekçi) olarak geçen en yaygın kullanım fps sayısıdır, yani insan gözü karşıdan gelen bir arabayı 24 kare/saniye ile gördüğünde rahat yakalayabileceği maksimum ayrıntıyı içerir. Kare sayısı ne kadar az olursa görüntü o kadar bulanıklaşır, ayrıntıların farkedilmesi zorlaşır. 24 fps standart TV yayınıdır, sinema filmlerinde değişik fps'ler kullanılabilir ama çoğu 24'e kırılır.


PEKİ, PETER JACKSON BİR DEVRİM Mİ YAPACAK?
    Fps'yi kavradıysak şimdi konumuza geri dönelim. Yüzüklerin Efendisi serisinin yönetmeni Peter Jackson, şu sıralar serinin öncesini anlatan ''Hobbit'' filmiyle uğraşmakta fakat bu filmin sıradışı ve izleyicilerin alışık olmadığı bir özelliği var. Peter Jackson yine hiçbir masraftan kaçınmıyor ve ''Hobbit'' filmini saniyede 48 kare çekebilen RED kameralarla çekiyor. Peki bu ne demek ve bize etkisi ne olacak?

Peter Jackson, canı ciğeri bir RED kamera ile

    Kısaca şöyle söyleyebilirim, bu herkes için çok ilginç bir deneyim olacak gibi. Çünkü 48 fps demek, gerçek zamanlı filmin akıcılığını iki kat artırmanız demek, örneğin filmde bir kişinin gülüşünü gördüğümüzde, hareketin etkilediği yüz kaslarının detaylarını çok daha kolayca farkedeceğiz demek. Bunu HD kavramıyla karıştırmayın, görüntü kalitesi değil, hareketlerin kalitesinden bahsediyorum (Tabii ki dolaylı yoldan görüntü kalitesini de etkiliyor). Örneğin bir taksi geçerken üzerindeki numarayı daha kolay okuyabilirsiniz vb. hareketler çok daha akıcı ve net olacak...Uzun lafın kısası filmin gerçekçiliği iki kat artacak.... MI ACABA?

     MI ACABA? diyorum çünkü Peter Jackson geçtiğimiz hafta Hobbit filminden 10 dakikalık ve 48 fps'lik bir parçayı, film eleştirmenlerinin beğenisine sundu. Ve çok da beklenmeyen bir şekilde, birçok eleştirmen 48 fps'nin filme soğukluk ve donukluk kattığını ve bu yeni tekniği beğenmediklerini açıkça belirttiler. Hatta bazıları ifadelerinde, ''Film tamamlansın, bakalım belki o zaman bir şeye benzer'' tarzı açıklamalarda bulundular. Aslında biraz mantık yürüttüğünüzde filmin akıcılığını iki kat artırmak demek, iki kat detay ve filmde iki kat pürüz olasılığı demek. Peter Jackson ise eleştirmenlere cevap olarak kısaca, ''Seyirci 48 fps'ye A-LIŞ-MA-LI'' diyor. Zaten halihazırda maç yayınları gibi yayınların 60 fps gibi örnekleri var fakat bu filmde yenilikçi bir olay. Ben Peter Jackson'ın filmdeki pürüzleri profesyonelce kapatacağından eminim ve bu haber serinin bir hayranı olarak Hobbit'ten beklentimi pek düşürmedi. Fakat ''Gerçekten de o kadar etkiler mi acaba yahu?'' diye düşünmekten de kendimi alamadım, çünkü dünyadaki birçok fantastik film hayranı insan gibi, Hobbit'in gerçekten kusursuz bir film olmasını istiyorum.

     Ek olarak, filmin 24 fps versiyonları da yayınlanacak elbette fakat 48 fps'de ve 3D olarak yapılmışken bu deneyimi tatmadan olmaz diye düşünüyorum ve sizler gibi 2012 Aralık ayını heyecanla beklemeye devam ediyorum. Görüşmek üzere :)

27 Mart 2012 Salı

Hareket Eden Resimlerin Tuhaf Hikayesi - Bölüm 1

   Merhabalar dostlar, önceki yazılarda birkaç film inceledik, 3 boyutlu film teknolojisini tanıdık, şimdi biraz daha temele inelim ve hareketli görüntü nasıl oluşur bir bakalım.


''KARE'' ve ''FPS'' Kavramı

      Kare, (frame) bugüne kadar izlediğiniz ve izleyeceğiniz tüm filmlerin temelidir ve ''Anlık Görüntü'' olarak düşünülebilir. Fotoğraf makinenizi elinize alın ve duvarın üzerinde yavaşça yürüyen kedinin bir fotoğrafını çekin. Az önce bir kare çektiniz. Makineyi hiç oynatmadan kedi görüntünün içinde kalacak şekilde yürümeye devam ederken bir iki saniye bekleyerek belirli aralıklarla başka kareler çekin. Elinizde kedinin duvarın üzerinde farklı pozisyonlardaki birkaç tane fotoğrafı var. Fotoğrafların hepsinin çıktısını alıp arka arkaya koyun. İlk çektiğiniz fotoğraftan son çektiğinize doğru defter sayfalarını çeviriyormuş gibi hızlıca hepsini çevirin. Kedi duvarın üzerinde hareket ediyormuş gibi değil mi? Tabii ki aradaki (fotoğraf çekmediğiniz) bazı kareler eksik. İşte sinema filmleri, arka arkaya çekilmiş bu fotoğraflardan oluşur. Filmlerin çekildiği kameralar sadece çok hızlı (saliseden de küçük aralıklarla) fotoğraf çekebilen havalı fotoğraf makineleridir. Bu fotoğraf kareleri arka arkaya oynatıldığında gözümüz hareket ediyormuş gibi algılar ve film oluşur. Tabii ki karelerin her zaman fotoğraf olmasına gerek yoktur. Örneğin aşağıda ufak çizimlerden oluşan kareler var:


    Sol taraftaki numaralandırılmış karelerin her biri animasyonun bir ''anıdır'' (frame) yani gözlerinizi 1 numaradan 18 numaraya kadar hızlıca oynatırsanız dinozorun kafasını oynattığını algısını yaşarsınız. 










    Sağdaki resimde gördüğünüz meşhur film makarasından sarkanlar az önce bahsettiğimiz kareler. Tabii ki bunlar çekilmiş fotoğrafların negatif versiyonlarıdır (eski fotoğraf makinesi filmleri gibi)

Yukarıdaki makaralar solda resmini gördüğünüz projektöre takılır. Projektör makaraları hızlıca döndürerek tüm kareleri saniyede belirli bir sayıda kare geçmek üzere güçlü bir ışığın önünden geçirir, ve beyaz perdeye yansıtarak filmin izlenmesini sağlar. 




Peki FPS nedir?

     ''Frame Per Second'' yani ''Saniyedeki kare sayısı'' olarak Türkçeye çevrilebilen kavram, adı üzerinde bir filmde 1 saniyede arka arkaya gösterilen kare sayısıdır. Az önce bahsettiğimiz dinozor çizimlerinin bütün karelerini arka arkaya koyup size bunu 1'den 18'e kadar 1 saniye içinde gösterseydik, 18 fps'lik bir filmin 1 saniyesini elde etmiş olacaktık. 

        Fps filmlerin akıcılığını belirler. Yıllar süren denemeler göstermiştir ki 24 fps insan gözü için gerçeğe en ideal kare sayısıdır. Çoğu film ve dizi 24 fps çekilir, TV yayınları için de 24 fps ideal rakamdır. Yani siz kendi gözünüzle gördüğünüz dış dünyadaki harekete en yakın görüntüyü, saniyesi 24 kare içeren bir filmde görürsünüz. İlk örneğimizde çektiğiniz duvarda yürüyen kediyi düşünün, arada durakladınız ve filmin bazı karelerini (kedinin bazı adımlarını) kaçırdınız. Zaten düşündüğünüzde saniyede 24 kare çekebilmeniz fiziksel olarak imkansızdır bu yüzden gerçeğe yakın görüntü yakalayamazsınız. İşte bu noktada yardımımıza teknoloji yetişir ve Video Kameralar bizim için saniyede yüksek kare sayısını  yakalar.

         Kare'nin ve Kare/Saniye(fps)'nin ne olduğunu öğrendik. Basit animasyonun nasıl oluştuğunu da biliyoruz. Artık hareketli görüntünün yaratıcılığın doruklara ulaştığı muhteşem örnekleri olan animasyon filmlerden bahsedebiliriz. Bir sonraki yazıda burada öğrendiklerimizi kullanıp animasyon film dünyasına dalacağız ve Wall-E ile tanışıp, Ratatouille ile coşacağız. En az 2 Pixar yapımı film izleyip hazırlıklı gelmenizi tavsiye ederim. Görüşmek üzere. 














14 Ocak 2012 Cumartesi

Olayın Nedir 3D? Gel Otur Şöyle, Anlat Bakalım...


Selamlar!
    Bu yazının konusu, ''Üç boyutlu görüntü'' (3D). Artık her yerde duyduğumuz ''3 boyutlu'' kavramına el atayım dedim. Sizlere bu teknoloji hakkında bilgi vermek niyetindeyim çünkü 3 boyutlu (three-dimensional) görüntünün oluşturulma aşaması gerçekten ilgi çekici. ''Ben izler geçerim'' diyorsanız saygı duyarım, ama bilin ki teknik detaylardan olduğunca kaçınmaya çalışarak ve anlaşılır bir dille yazmaya çalıştım.

Boyutlara Giriş:
     İki boyutta sıkıntı yok, onlar en ve boy. Hepimiz aşinayız artık onlara. Ama 3. boyut olan ''DERİNLİK'' farklı. Biraz artist. Hafif gıcık. Bir yüzey üzerine çizebildiğiniz her şey 2 boyutlu. Ama gerçek dünya tamamen 3 boyutlu, cisimler bize uzak veya yakın duruyor yani ''Derinlik'' var. Bu yazıda onunla ilgileniyoruz.

Biraz Anatomi:
     Eğer Cyclops (Resim için tıklayın: ''Cyclops'') gibi bir mitolojik yaratık değilseniz ve gerçekten insan olduğunuzu düşünüyorsanız, iki tane göze sahip olmanız lazım. Biri solda, biri sağda. Standart bir insansanız aralarında yaklaşık 50-60 mm arası bir mesafe olması gerek. Şimdi şu yan yana duran iki fotoğrafa bir bakalım:


İki fotoğraf da aynı gibi değil mi? Gibi ama değil. Çok az açı farkı var. Eğer bu iskeleye gerçek hayatta bakmış olsaydınız, soldaki fotoğraf sol gözünüzle gördüğünüz görüntü ve sağdaki de sağ gözünüzle gördüğünüz görüntü olacaktı. Uzun lafın kısası: iki gözünüz de dünyayı farklı açılardan görür ve beyniniz bu görüntüleri birleştirir. Bu da 3. boyut olan ''Derinlik'' olayını algılamamızı sağlar, yani cisimlerle aramızdaki mesafeyi.

Peki 3D gözlükler ne işe yarar?
    Önceden sinemada, televizyonda, bilgisayarda izlediğimiz filmlerin çoğunun çekildiği kameralar görüntüyü tek açıdan kaydettiğinden, filmi de tek açıdan izliyorduk. Üç boyut teknolojisine sahip kameralar filmi aynı anda 2 açıdan kaydedebiliyor. Bir görüntü sağ göz, diğeri de sol göz için. 3 boyutlu kameranın şeklini anlamak için James Cameron'ın büyük olay yaratan ''Avatar'' filmini çekerken kullandığı kameraya bakalım:




    Sağdaki fotoğrafta gördüğünüz 3D kamera insan gözleri gibi yan yana farklı açılı iki adet objektife sahip ve farklı açılardaki iki görüntüyü aynı anda kaydediyor. 






Aynı anda kayıt yapan bu objektiflerdeki iki görüntüyü birleştirdiğimizde ise şöyle bir şey oluyor:




    Soldaki fotoğrafta mavi rengi ve kırmızı rengi seçebilirsiniz, az önce bahsettiğimiz iki görüntüden biri kırmızı biri mavi olarak kodlanmış. İşte gözlükler tam bu noktada devreye giriyor!






Kırmızı-Mavi (Red-Cyan) 3D Gözlükler:

    En yaygın kullanılan 3D gözlükler. Çalışma mantığı ise çok basit. Az önceki kareyi düşünün, sağ ve sol açıdan çekilmiş iki adet görüntü (kırmızı kodlu ve mavi kodlu) karıştırılmış şekilde gözümüze iletiliyor. Sinemada da görüntü perdeye iki ayrı projeksiyon ile yansıtılıyor. (Sağdaki resimde görebilirsiniz) Gözlüğün sol tarafı mavi kodlu görüntünün gözümüze iletilmesini engelliyor. Gözlüğün sağ tarafı ise kırmızı renkte, kırmızı kodlu görüntüyü engelliyor ve sadece mavi kodlu olana izin veriyor. Böylece her göz filmin kendi açısından çekilmiş sahnesini takip edebiliyor. Bu da derinlik oluşturup gerçekliğe daha yakın bir görüntü sağlıyor.

Polarize 3D Gözlükler:



     Üç boyutlu sinemalarda en çok kullanılan gözlük çeşidi. Özellikle Real-D teknolojisine sahip sinemalar bunu kullanıyor. Sinemaların tercih etmesinin sebebi pahalı gözlükler olmamaları. Çalışma mantığı aynı, yine iki ayrı projeksiyondan gelen görüntüyü kendi kodlarına göre engellemek ve derinlikli görüntü sağlamak.



Xpand 3D Gözlükler

    Bu gözlük en pahalı ve yapısı en karmaşık olan. Üç boyutlu televizyonlarda kullanılan gözlükler bu cinsten. Camları özel yapım ve gözlüğün içinde elektronik devreler var. Çalışma mantığı yine aynı fakat az önceki sistemlerden farkı ise iki açıdan karıştırılmış görüntülerin ekrana çok kısa süre aralıkla arka arkaya yansıtılması. Sinema salonunda bir de verici var ve bu verici gözlüğe sinyal göndererek o anda ekrana verilen görüntü hangi göz içinse diğer gözün camını karartıyor ve diğer görüntüyü engelliyor, yani her göz filmin sahnesini yine kendi açısından izlemiş oluyor. Başka bir deyişle diğer gözlüklerde bahsettiğimiz etkinin biraz karmaşık hali.


    3D şimdilik günlük kullanımlar için biraz pahalı bir teknoloji ama çok sihirli bir dünya bu da onu çekici kılıyor. Ayrıntılı uygulandığında filmlere muhteşem bir  görsellik unsuru katıyor. Çekilen her yeni filmde yeni 3D teknikler kullanılıyor ve kullanılan sistemler sürekli gelişiyor. Zamanla kim bilir daha neler göreceğiz.